Toplumda eğitimli erkeklerin bunları çok daha az yapacağı gibi genel bir kanı yerleşmiş olduğundan, üniversitelerde cinsel taciz ve tecavüz başta olmak üzere her türlü erkek şiddetinin daha az olacağı bekleniyor. Ne büyük bir yanılgı! Üniversiteden yolu geçmiş her kadın, ister öğrenci ister çalışan, bilir ki yaşadığımız bu ataerkil dünyada hiç bir yer erkek egemenliğinden muaf olmadığı gibi üniversiteler de değil. Hatta tam da bu söz konusu genel kanı nedeniyle bu tür kurumlarda çok daha incelikli ve gizil ve en çok da ikiyüzlü formlarıyla erkek şiddeti hayat buluyor. Özellikle genç kadın akademisyenler ya da akademisyen adayları, eril akademinin görünmez kurallarıyla bir çok alanda kontrol ve denetime maruz kalırken, aynı zamanda çevrelerindeki erkeklerden –arkadaş, meslekdaş, profösör, idari görevli vd. aklınıza kim gelirse- cinsel taciz ve istismara uğrama riskiyle karşı karşıya. En önemlisi ise bu tür olaylar maalesef münferit vakalar olmayıp akademik kültürün bir parçası halinde; ve üstünün örtülmesi, ya da sessiz kalınarak yok sayılması ise adeta yerleşmiş bir gelenek. Tacize uğrayan bir kadın, hele de genç bir öğrenci ya da asistansa, olur da söyleyecek cesareti bulursa buna herkesi inandırması, ikna etmesi gerek. Bunu yapan alanda sözü geçen, ünvanlı ya da yaptığı çalışmalar veyahut eleştirelliğiyle bilinen bir erkekse düşünün durumun vahametini; onun karşısında bir genç kadının sözünün ne kıymeti olur ki?! Kimisi duymak istemez, kimisi duymazdan gelir, kimisi duyup inanmaz, hayatta yapmaz o der; ve çoğunluk ise duyup bilse de aman başımız ağrımasın diyerek hiç bir şey olmamış gibi davranıp uzak durur. Şiddet hayatımızın her köşesine ince ince sessizlikle böyle siner. Ve işte aslında tam da bu tür şiddet, yani sessiz kalınarak üretilen şiddet, tacize ve/ya cinsel istismara uğrayan kadınlara asıl öldürücü darbeyi vuran şey olur çoğu zaman; bu eril kültürün devamı için değirmene en çok su taşıyandır kısaca.
Yakın zamanda bu olayları tekrar düşünmemizi, tartışmamızı sağlayan önemli bir olay oldu. İngiltere’de bulunan University of London'a bağlı Goldsmiths Enstitüsü’nde on yıldan fazladır çalışan feminist profesör Sara Ahmed çalıştığı üniversitede cinsel tacize karşı çözüm üretilmediği için işinden ayrıldı. Son bir kaç yıldır öğrencileriyle birlikte cinsel tacize karşı kurumsal düzeyde çözüm üretilmesi için girdikleri mücadelede neler yaşadıklarını tane tane anlatıyor Sara Ahmed istifası üzerine yazdığı mektubunda; nasıl görmezden gelindiğini, seslerinin nasıl bastırıldığını ve en çok da sessizliğin bu süreçte şiddet olarak nasıl bir işlev gördüğünü.
Bir çok gazetede ve internet sitesinde yayınlanan bu mektubu ingilizcesinden ilk okuduğumda bir süre etkisinden çıkamadım, bazı cümlelerin tekrar tekrar üzerinden geçtim. Yaşanılan deneyimin bizim için ortaklığı bir yana, sevgili Sara Ahmed’in cinsel tacizle mücadeleye ilişkin çok yerinde tespitleri, sorgulamaları kadar bunları kelimelere adeta hayat verircesine dile getirmesi beni derinden etkiledi. Bu sebeple bu metnin türkçede olmasını ve başkalarının, özellikle de genç kadınların okumasını çok istedim. Çünkü biliyorum ki bu mektupta yazanlar, üniversitelerde okuyan/çalışan bir çok kadının yaşadığına karşılık geliyor. Akademide cinsel taciz başta olmak üzere erkek şiddetini dert edinen ve bununla mücadele etmeye çalışan feminist kadınlar olarak sesimizin daha gür çıkması ve bunun üzerine birlikte daha çok kafa yormamız ve mücadele alanları geliştirmemiz gerek. İşte bu mektup tam da bu anlamda meseleyi politik sorumluluk ve feminist eylem açısından düşünmemiz için önemli bir imkan sunuyor.
Mektubun sonlarına doğru Sara Ahmed iz bırakmamız gerektiğinden bahsetmiş, olanların izlerini. İstifasıyla ve sonrasında yazdıklarıyla yapmaya çalıştığı aslında tam da bu. Bu yazıyı yazarken twitterda şöyle bir fotoğrafa rastladım, kan kırmızısı harflerle tahminen Ahmed’in çalıştığı fakültenin duvarına “sara ahmed nerede” diye yazılmış. Sanırım Ahmed’in çağrısı bundan daha iyi karşılık bulamazdı. İstifa etmek her zaman vazgeçmek midir, hiç sanmıyorum; çünkü sesini duyurmak için bazen kalmak gerekir bazen ise -istemeyerek de olsa- gitmek. İşte Ahmed’in istifası üniversitelerde cinsel taciz konusunda etrafımızı saran sessizlik duvarını delmek için fırlatılmış çok güçlü bir taş mahiyetinde. Ne yaparlarsa yapsınlar O’nun izi asla silinemeyecek, ve hep bir yenisi eklenecek.
Sizi mektupla baş başa bırakmadan önce son bir not, ingilizceden türkçeye çeviriyi sevgili arkadaşım Petek Onur yaptı; sevgili Aksu Bora çeviri metni son bir kez gözden geçirdi ve bana da bu girişi yazmak düştü. Bundan sonrasında, söz Sara Ahmed’in..
Yakın zamanda bu olayları tekrar düşünmemizi, tartışmamızı sağlayan önemli bir olay oldu. İngiltere’de bulunan University of London'a bağlı Goldsmiths Enstitüsü’nde on yıldan fazladır çalışan feminist profesör Sara Ahmed çalıştığı üniversitede cinsel tacize karşı çözüm üretilmediği için işinden ayrıldı. Son bir kaç yıldır öğrencileriyle birlikte cinsel tacize karşı kurumsal düzeyde çözüm üretilmesi için girdikleri mücadelede neler yaşadıklarını tane tane anlatıyor Sara Ahmed istifası üzerine yazdığı mektubunda; nasıl görmezden gelindiğini, seslerinin nasıl bastırıldığını ve en çok da sessizliğin bu süreçte şiddet olarak nasıl bir işlev gördüğünü.
Bir çok gazetede ve internet sitesinde yayınlanan bu mektubu ingilizcesinden ilk okuduğumda bir süre etkisinden çıkamadım, bazı cümlelerin tekrar tekrar üzerinden geçtim. Yaşanılan deneyimin bizim için ortaklığı bir yana, sevgili Sara Ahmed’in cinsel tacizle mücadeleye ilişkin çok yerinde tespitleri, sorgulamaları kadar bunları kelimelere adeta hayat verircesine dile getirmesi beni derinden etkiledi. Bu sebeple bu metnin türkçede olmasını ve başkalarının, özellikle de genç kadınların okumasını çok istedim. Çünkü biliyorum ki bu mektupta yazanlar, üniversitelerde okuyan/çalışan bir çok kadının yaşadığına karşılık geliyor. Akademide cinsel taciz başta olmak üzere erkek şiddetini dert edinen ve bununla mücadele etmeye çalışan feminist kadınlar olarak sesimizin daha gür çıkması ve bunun üzerine birlikte daha çok kafa yormamız ve mücadele alanları geliştirmemiz gerek. İşte bu mektup tam da bu anlamda meseleyi politik sorumluluk ve feminist eylem açısından düşünmemiz için önemli bir imkan sunuyor.
Mektubun sonlarına doğru Sara Ahmed iz bırakmamız gerektiğinden bahsetmiş, olanların izlerini. İstifasıyla ve sonrasında yazdıklarıyla yapmaya çalıştığı aslında tam da bu. Bu yazıyı yazarken twitterda şöyle bir fotoğrafa rastladım, kan kırmızısı harflerle tahminen Ahmed’in çalıştığı fakültenin duvarına “sara ahmed nerede” diye yazılmış. Sanırım Ahmed’in çağrısı bundan daha iyi karşılık bulamazdı. İstifa etmek her zaman vazgeçmek midir, hiç sanmıyorum; çünkü sesini duyurmak için bazen kalmak gerekir bazen ise -istemeyerek de olsa- gitmek. İşte Ahmed’in istifası üniversitelerde cinsel taciz konusunda etrafımızı saran sessizlik duvarını delmek için fırlatılmış çok güçlü bir taş mahiyetinde. Ne yaparlarsa yapsınlar O’nun izi asla silinemeyecek, ve hep bir yenisi eklenecek.
Sizi mektupla baş başa bırakmadan önce son bir not, ingilizceden türkçeye çeviriyi sevgili arkadaşım Petek Onur yaptı; sevgili Aksu Bora çeviri metni son bir kez gözden geçirdi ve bana da bu girişi yazmak düştü. Bundan sonrasında, söz Sara Ahmed’in..
SÖYLEMEK
Meslektaşlarım ve oyunbozanlar[1],
İşimden istifa etme kararımla ilgili yazımı
paylaştığımdan beri çok büyük bir destek ve dayanışma gördüm. Yorum yazan ve
bana mesaj gönderen herkese teşekkür etmek isterim.
İstifa etmek zor bir karardı. Bu kararın
nedenlerini paylaşmak benim için önemliydi: İstifamın hem feminist bir protesto
hem de feminist bir kendine değer verme eylemi olduğunu göstermek.
Açıklamamın üstü kapalı ve kısa olduğunun
farkındayım. Bana (meslektaşlarıma da olduğu gibi) ayrıntılar soruldu: Hikâyeyi
anlatmam, neler olduğunu insanlara söylemem istendi. Bu ricaya yanıt olarak
birkaç söz söylemem gerek. Anlatamayacağımız şeyler olduğunda bile,
anlatılmamış çok fazla şey bırakmak zorunda olduğumuzda bile, açıkça söylemenin
neden önemli olduğuna dair birkaç söz etmeliyim.
Çalıştığım üniversitedeki cinsel taciz sorununu
ilk defa üç yıl önce, bir meslektaşımdan duydum. Konuşmayı dün gibi
hatırlıyorum. Anlattıklarıyla sarsılmıştım. Hikâye, iki soruşturmanın ardından
üniversiteyi bırakan bir kişiyle ilgiliydi. Fakat o konuşma beni başka
konuşmalara yönlendirdi: Hem yönetimle hem de en önemlisi, öğrencilerle. Cinsel
taciz sorununun boyutuna dair bizi alarma geçiren, öğrencilerdi. O zamandan
beri dört soruşturma oldu. Ondan önce iki soruşturma olmuştu. Dört öğretim üyesiyle
ilgili altı soruşturma: En azından benim bildiğim kadarıyla.
Sayılardan bahsediyorum çünkü bize bir şey
öğretiyor: Cinsel tacizden bahsederken konu ne bir ya da iki ayrıksı kişi hatta
ne de ayrıksı bir kurum. Konu, akademik kültürün bir parçası olarak
sıradanlaşmış ve normalleşmiş cinsel taciz.
Konuşmadığımız şey hakkında konuşuyoruz.
Dolayısıyla, “cinsel taciz sorununu ele almadaki
başarısızlık”tan bahsettiğim zaman, hiçbir şeyin yapılmadığını kastetmedim.
Neticede soruşturmalar oldu. Ama bu soruşturmalar, cinsel taciz sorununun bir
kurumsal sorun olarak sağlam ve anlamlı bir biçimde ele alınmasına yol açmadı. Bu
konuda politika geliştirme girişimlerimiz ve politika değişikliklerimiz
olduğunda da bu genel tartışmaya açılmadı.
Son üç yılda hem kendi fakültemde hem de diğer
üniversitelerde birçok kişi başına gelen cinsel tacizi benimle konuştu. Bu
konuşmalar aracılığıyla bir şeyin farkına varmaya başladım: Üniversitelerde çok
sayıda cinsel taciz vakası yaşanıyor ama bu vakalarla ilgili bir kamusal arşiv
kaydı yok. Sanki buharlaşıp kaybolmuşlar. Doğrudan etkilenen kişiler dışında
hiç kimse onlar hakkında bir şey bilmiyor. Bu vakalar iz bırakmadan nasıl
kaybolur? Neredeyse bütün vakalarda bu böyle. Çünkü soruşturmalarda gizlilik
hükümleri işletiliyor. Bu hükümler, örgütün itibarını korur, böylece kimse ne
olduğunu öğrenemez. Tabii korunan genellikle tacizcidir: Sicilinde leke olmaz,
hayatına devam eder. Tacize uğrayan ise her zamankinden de yalnızdır (taciz
zaten bizatihi yalnızlaştırıcıdır). Sessizliğe terk edilirler. Sessizlik, bir
başka darbedir; yaşamayanın bilemeyeceği bir duvar (çünkü sessizlik kayda
geçmez; söylenmeyeni duymadığınız için).
Ve bir diğer sonuç: Sorunun boyutunu bilmemizin
hiçbir yolu yok.
Sorunun
boyutunu bilmemizin hiçbir yolunun olmayışı, sorunun boyutunun göstergesi.
Yarın “Arşivler Önemlidir” konferansımızda
gizlilik ve arşivlerle ilgili birkaç söz söyleyeceğim. Cinsel taciz vakaları
gizlilikle sarmalandığı zaman, bir arşivimiz olmaz; olup biteni anlamamızı
sağlayacak belgelere, materyallere erişemeyiz. Çok fazla eksik vaka var, bu
işin içine girdiğimden beri daha da fazlasını öğrendim. Bir arşiv
oluşturacaksak, bir kurumun yönetmeliklerini izlememeliyiz. Ve bir kurumun
yönetmeliklerini izlemezsek, belgelediğimiz zararın nedeni haline geliriz. Buna
yanıt şu olacacaktır: Zararı sınırlamak. Zararı sınırlamanın yolu çeşitliliği
sağlamaksa, ırkçılık üzerine çalışmamda açıkladığım gibi, o zaman zararı
sınırlama, konuşmayı kontrol etme şeklini alır: Şiddet hakkında konuşan
insanların duyulabilecekleri yerlerde konuşmalarını engellemeye çalışmak.
Zararı kontrol altına almak, zarar görmüş olanları
kontrol altına almaktır.
O bir şikâyet olarak duyulur. Şikâyet olarak
duyulduğunda, aslında kendisi olarak duyulmaz.
İşitmenin yokluğu, üreticidir. Sessizlik, taciz ve
istismar kültürünün yeniden üretilmesini sağlar. Şiddetten söz etmediğimiz
zaman şiddeti yeniden üretiriz. Şiddete dair sessizlik, şiddettir.
Sessizlik içinde giden birçok öğrenci oldu.
Kalabilselerdi ne söyleyeceklerini hala bilmiyoruz.
Kayıp belgeler; kayıp insanlar. Ne kadar çok şeyi
kaybettiğimizi bilmiyoruz.
Sessizlik.
Bir kurumun bu konuda resmi bir tutumu yoksa,
mesele sadece kimsenin ne olduğundan haberdar olmaması değil, zaten buna gerek
olmamasıdır. Kişilere bilmeme izni vermişsiniz demektir. Ve sonra konuşma küçük
alanlarla sınırlanmış hale gelir: Bizim oluşturduğumuz gibi feminist merkezlerde.
Bu alanlar önemlidir: Sığınak haline gelirler; yaşam hatları, gidilecek yerler.
Ama şunlar da doğru olabilir:
Konuştuğumuz zaman dinlemek zorunda değiller.
Ve hatta:
Konuşuyoruz, böylece dinlemiyorlar.
Ve son üç yılda sessizlikle uğraştık, sorunun
etrafında dolaştık, mührü kırmaya çalıştık, iletişim kurmaya, ulaşmaya
çalıştık. Daha genel ve ortak bir konuşmanın, olanlar hakkında bir konuşmanın
devamını sağlamaya uğraştık.
Hiçbir şey. Sessizlik. Hâlâ.
Üstelik tacize uğramışlar açısından tacizin tarihi
öylece ortadan kaybolmuş gibi. Tacize meydan okuma tarihi de (ki bu çoğunlukla
kendini tacize uğramaya yeni baştan açmak demektir) onunla yok oluyor. Hiçbir
şey olmamış gibi. Yanlış bir şey olduğuna dair belli belirsiz bir fikri
olanlar, bu yanlışın halledilmiş olduğuna dair de belli belirsiz bir fikir
ediniyorlar. Aslında ilgililer gitse de, yanlış devam ediyor. Kişiler
yerlerinde duruyor (genellikle de yönetici konumunda olanlar), ilişki ağları
canlı, yapılar veya süreçler hiçbir soruşturma olmadan devam ediyor.
Ve sorunlar yeniden ortaya çıkıyor. Ve şikâyetler
tekrar görmezden geliniyor.
Gizlilik hükümleri cinsel tacizi konuşamayacağımız
anlamına gelmez ve gelmemeli. Tersine, cinsel tacizi konuşmak zorunda olduğumuz
anlamına gelmeli. Bu konuşmaya katılmalıyız, çünkü zor. Birbirimize karşı bir
sorumluluğumuz var; eğitimciler olarak öğrencilerin gelişimini, öğrenmelerini
sağlayacak bir ortam yaratma sorumluluğumuzla aynı sorumluluktur o.
Dahası var. Gerçekten açıkça konuştuğunuzda, bir
sorun olarak görülürsünüz, sanki sorun sırf siz ondan bahsettiğiniz için varmış
gibi. Sanki siz ondan bahsetmeyi bir bıraksanız, sorun ortadan kalkacakmış gibi.
Bu zorluğu daha önce anlatmıştım: Bir sorunu ifşa etmek, nasıl o sorunu
yarattığınız izlenimi doğurur. Üstelik sadakatsizlikle –söylemeye
çalıştıklarınız yüzünden itibarı zedelemekle, hatta feminizme zarar vermekle
suçlanırsınız; her şeyin ve herkesin itibarını zedeliyormuşsunuzcasına.
Fakat yine de konuşmalıyız: Zarar veren şey, sessizliktir.
Ve son üç yıldır cinsel taciz sorunu üzerinde
birlikte çalıştığım öğrencilerime herkesin huzurunda teşekkür etmek istiyorum.
Her ne kadar olanlar henüz resmen tanınmasa da, her ne kadar yıkılması gereken
birçok şey yerinde kaldıysa da, çok fazla şey başardınız ve biliyorum ki
gelecek birçok öğrenci sizin titiz emeğinizden yararlanacaktır, bazı öğrenciler
hâlâ aynı şeylerle karşı karşıya kalıyor olsalar bile.
Bazı konularda kesin bir fikrim yoktu; hala da
yok. Umuyorum ki zamanla ve destekle, daha net fikirler oluşturabiliriz. İz
bırakmamız gerek. Daha fazla iz. Olanın izleri. Bunun olmasını nasıl
engelleyeceğimizi öğrenmek için, ne olduğunu konuşmamız gerek.
Yakında çıkacak kitabım Living a Feminist Life’tan (Feminist
Bir Hayat Yaşamak) bir bölüm olan “Feminist Snap”e (“Feminist Kopma”)
istifamla ilgili bir paragraf ekledim.
Sonuç mahiyetinde ve teşekkürlerimle onu
paylaşayım.
Katlanmam beklenen şeyler çok fazla gelmeye
başladı; yaptığımız işe destek verilmemesi, durmadan çarptığımız duvarlar.
Ayrılabilecek maddi kaynak ve güvenceye sahiptim. Ama yine de kolum kanadım
kırılıyor gibi hissettim: Sadece bir işten veya bir kurumdan ayrılıyor gibi
değil, bir hayattan, akademik hayattan da ayrıldığımı hissettim; sevmiş olduğum
bir hayattan, alışık olduğum bir hayattan. Ayrıca o ayrılma eylemi bir tür
feminist kopmaydı: Daha fazla katlanamadığım bir an oldu, herhangi bir yere
varmamızı engelleyen o duyarsızlık duvarları; başarmamızı engelleyen o
duvarlar. O bağ bir kez koptuğunda, çoktan kırılmış olan bir şeye tutunmaya
çalışmış olduğumu fark ettim. Belki kurumla ilişkim Silas’ın su testisiyle [2]
olan ilişkisi gibiydi: Kırılan parçaları bir arada tutmaya çalışsaydım, bir anıyla,
artık olmayanın hatırasıyla baş başa kalacaktım.
İstifa kulağa pasif, hatta kaderci gelebilir:
Kişinin kaderine boyun eğmesi [3].
Ama istifa bir feminist protesto eylemi olabilir. Kopmakla şunu diyorsunuz: Cinsel
taciz sorununu çözmeye çalışmayan bir kurum için çalışmayacağım. Cinsel taciz
sorununu çözmeye çalışmamak cinsel taciz sorununu yeniden üretir. Kopmakla şunu
diyorsunuz: Katlanamadığım, katlanılmaması gerektiğini düşündüğüm bir dünyayı
yeniden üretmeyeceğim.
[1] Oyunbozanlar anlamına gelen killjoys, Sara Ahmed’in bu yazıyı ve diğer yazılarını paylaştığı blog
sayfasının (feministkilljoys.com) adında geçmektedir. (ç.n.)
[2] Sara Ahmed, National
Women’s Studies Association Conference’taki 13 Kasım 2015 tarihli “Feminism and Fragality”
(“Feminizm ve Kırılganlık”) başlıklı konuşmasına atıfta bulunuyor. Konuşmada
George Eliot’un Silas Marner adlı romanında
Silas adlı karakterin her gün kuyudan su taşımak için kullandığı ve en değerli
eşyası olarak gördüğü testisinin kırılmasıyla ona yüklediği anlamların da
kırılmasından ve testinin bu anlamların bir anıtına dönüşmesinen söz etmiştir.
(ç.n.).
[3] Orijinal metinde geçen “resignation” (istifa) sözcüğü ve “resigning oneself to one’s fate” (“kişinin
kaderine boyun eğmesi”) deyimi istifa etmek, çekilmek, teslim olmak anlamlarına
gelen “resign” fiilinden türemiştir. Ahmed bu anlamlar arasında bir bağ kurmuştur.
(ç.n.)
0 yorum